
Çitlembiklerin yerlere döküldüğü mevsim. Güvercinler dallarda keyifle karınlarını doyuruyorlar. Gagalarında yemişlerin çıtırtısı, sanki bir ada şarkısı gibi, sessizliğin içinde yükseliyor. Yollar ıslak, sanırım gece biraz yağmur yağmış. Havada mis gibi bir koku var. Adanın mis kokusuna bir de yağmurun kokusu sinmiş, en pahalı parfümden bile daha değerli!
Uzaktan, sanırım yukarı mahalleden, köpek havlamaları duyuluyor. Şimdi, fonda Ada Senfoni Orkestrası. Birkaç esnaf pedalları hızlı hızlı çevirerek, dükkânlarını açma telaşında. Saat henüz çok erken. Sol tarafta artık iyice dökülmüş bir Rum evi. Perdeleri siyahtan hallice. Belli ki çok zamandır yıkanmamış. Yan gözle aralık perdeden içeriye bakınca, duvarda asılı Meryem Ana resmi görünüyor. Belli ki bu evin sahipleri çok zamandır ada’ya gelmiyor. Saçakları, pervazları, çatısı elden geçmeli. Kim bilir belki de yakında yok olacak evi biraz geçince, bakkal olduğu zamanları dün gibi anımsadığım bir başka yıkıntı var. Çukur bakkal mıydı adı? Zaten Ada’da hangi sokağa girsen birkaç hayalet, birkaç anı uçar gider gözümüzün önünden.
Sabah ekmeğini almış sonradan adalı bir adam, ekmeği sardığı gazeteye göz gezdirerek geliyor ileriden. Birkaç sokak kedisi umutla arkasından koşup sonra geri dönüyor. Sokak bitiyor, artık çınar meydanı… Eskiden, bir dönem 23 Nisan kutlamalarını yaptığımız meydan. Atatürk heykeli zamana direniyor. Bir minik kedi yiyecek dileniyor, ince ve ürkek sesiyle. Üzülüyorum, kızıyorum kendime, keşke cebimde bir parça ekmek olaydı diye sessizce özür diliyorum minik kediden. Tam o anda iki adalı kadın karşılaşıyorlar, sabah yürüyüşüne çıkmış. Bir adalı kızın kına gecesinden bahsediyorlar. Biri gideceğini söylüyor, diğeri kırgın olduğunu. Çünkü gelinin annesi kendi kızının nikâhına gelmemiş. Sonra yürüyüşe birlikte devam etmeye karar verip hızlanıyorlar. Maden’e doğru yürüyorlar; üzerlerinde eski eşofmanlar, ellerinde su şişeleri. Ben de hevesleniyorum. Geri dönüyorum aynı yoldan, aynı eski evleri geçiyorum. Aynı şeyleri düşünüyorum. Yine Meryem Ana resmine bakıyorum. Kadınların peşi sıra, Madene doğru değil de kumsala doğru dönüyorum.
Doğduğum ve büyüdüğüm evimin önünde duruyorum. Gözlerimi kapıyorum eski günler, açıyorum bir başka hayalet ev daha. Burnum sızlıyor, ağlamaklı oluyorum. Bir an bahçede ağlarını tamir eden dedemi görür gibi oluyorum. Babaannem semaveri masanın üzerine koyarken bir yandan da dedeme söyleniyor; yine mi turşu kuracaksın, diye. Dedemin kurduğu salatalık turşusunun tadını ve özlemini kimselere anlatamam. Yukarıdan annem sesleniyor, Şükran hadi bir ekmek al gel kızım, diye. Şükran mızmızlanıyor, hep ben hep ben, diye. Sonra gidiyor, suratı beş karış. Mustafa bakkaldan kendine bir de sakız alıyor… Sonra Halamı görüyorum sanki bir an, kapıya gelen arkadaşına yeni dikeceği elbiseden bahsediyor. Saten kumaştan ve pembe. Kendi elleriyle dikiyor sonra da Lido gazinosunda kendi giyip mankenlere taş çıkartırcasına podyumda yürüyor. Ben gururla izliyorum. O benim halam. Zaman ne tuhaf bir canavar diye düşünüyorum, o gün sanki dün gibi. Halam da yok artık, dedem de… O canım evimizin camları bile yok, bahçede miskin miskin uyuyan dost da… Erik ağacı bile yok nerdeyse. Güler teyzenin bahçesinden bizim bahçeye dallarını sarkıtan yeşil erik ağacı. Şimdi birkaç dal kalmış geriye.
Duramıyorum daha fazla, içeriye girip gezmek istiyorum, hatta serip bir yatak, uyumak istiyorum babaannemin yatak odasında. Üst kata çıkmak sonra koşa koşa geri inmek istiyorum. Kaçıyorum Büyük Şakir paşa Sokaktan. Limana doğru yürüyorum. Sol taraftaki dut ağacına bakmamaya çalışıyorum. Baksam yine hayaletler göreceğim. Yere bakıyorum, hiç dut yok, dut mevsimi değil, biliyorum. Ama birkaç dut görmeyi umuyorum, bakıyorum yok.
Limandan Horoza doğru yürüyorum. Küçük ahşap teknelerin içinde yeni çekilmiş ağlar yorgun işçiler gibi uyuyorlar. Karaya çekilmiş büyükçe birkaç teknenin içinden kediler kafalarını uzatıyorlar. Benden onlara bir hayır gelmeyeceğini anlayıp geri kaçıyorlar. Horoz Gazinosunun açılmasına daha çok var.Bir banka oturuyorum. Oturduğum yer biraz nemli, elimle nemi alıyorum. Havada şimdi bir de deniz kokusu var, ağların kokusu var. İçime çekiyorum, tüm anılarımı içime çekiyorum.
Bütün banklar boş oysa, ama gelip benim yanıma oturuyor. Hiç tanımıyorum kendisini. Günaydın diyor. Rum olsa gerek. Ben de gülümseyerek günaydın deyip uzaklara bakmaya devam ediyorum. Üzerinde matem kıyafeti var. Saçları da siyah. Gözleri de. Elbisesi ve çantası da. Güzel bir kadın, güzel bir insan. Belli, benim de içime çektiğim o kokuyu içine çekisinden belli.
—Gezmeye mi geldin adaya? diye soruyor.
Adalıyım esasında ama şu an geziyorum, gezmeye geldim de denebilir diyorum. Sanırım ondan çok ben konuşacak birini arıyormuşum.
—Ben de adalıyım. Ama seneler sonra ilk kez geliyorum adaya, diyor. Dün gece iskelede bir pansiyonda kaldım. Ne çok değişmiş ada diyor. Sesinde bir sitem, sesinde bir acı. Fark ediyorum, gözleri dolu dolu oluyor.
Nereden geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz peki diyorum. Tanıdıklarınız vardır mutlaka adada, diyorum. Utanmasam birkaç soru daha soracağım, ama utanıyorum.
Gülümsüyor. İzmir’den geldim diyor. İzmir’e Yunanistan’dan gelmiştim birkaç sene önce, diyor. Anlıyorum. O da anlatmak için hevesli. Anlatıyor...Dinliyorum;
Sabah ekmeğini almış sonradan adalı bir adam, ekmeği sardığı gazeteye göz gezdirerek geliyor ileriden. Birkaç sokak kedisi umutla arkasından koşup sonra geri dönüyor. Sokak bitiyor, artık çınar meydanı… Eskiden, bir dönem 23 Nisan kutlamalarını yaptığımız meydan. Atatürk heykeli zamana direniyor. Bir minik kedi yiyecek dileniyor, ince ve ürkek sesiyle. Üzülüyorum, kızıyorum kendime, keşke cebimde bir parça ekmek olaydı diye sessizce özür diliyorum minik kediden. Tam o anda iki adalı kadın karşılaşıyorlar, sabah yürüyüşüne çıkmış. Bir adalı kızın kına gecesinden bahsediyorlar. Biri gideceğini söylüyor, diğeri kırgın olduğunu. Çünkü gelinin annesi kendi kızının nikâhına gelmemiş. Sonra yürüyüşe birlikte devam etmeye karar verip hızlanıyorlar. Maden’e doğru yürüyorlar; üzerlerinde eski eşofmanlar, ellerinde su şişeleri. Ben de hevesleniyorum. Geri dönüyorum aynı yoldan, aynı eski evleri geçiyorum. Aynı şeyleri düşünüyorum. Yine Meryem Ana resmine bakıyorum. Kadınların peşi sıra, Madene doğru değil de kumsala doğru dönüyorum.
Doğduğum ve büyüdüğüm evimin önünde duruyorum. Gözlerimi kapıyorum eski günler, açıyorum bir başka hayalet ev daha. Burnum sızlıyor, ağlamaklı oluyorum. Bir an bahçede ağlarını tamir eden dedemi görür gibi oluyorum. Babaannem semaveri masanın üzerine koyarken bir yandan da dedeme söyleniyor; yine mi turşu kuracaksın, diye. Dedemin kurduğu salatalık turşusunun tadını ve özlemini kimselere anlatamam. Yukarıdan annem sesleniyor, Şükran hadi bir ekmek al gel kızım, diye. Şükran mızmızlanıyor, hep ben hep ben, diye. Sonra gidiyor, suratı beş karış. Mustafa bakkaldan kendine bir de sakız alıyor… Sonra Halamı görüyorum sanki bir an, kapıya gelen arkadaşına yeni dikeceği elbiseden bahsediyor. Saten kumaştan ve pembe. Kendi elleriyle dikiyor sonra da Lido gazinosunda kendi giyip mankenlere taş çıkartırcasına podyumda yürüyor. Ben gururla izliyorum. O benim halam. Zaman ne tuhaf bir canavar diye düşünüyorum, o gün sanki dün gibi. Halam da yok artık, dedem de… O canım evimizin camları bile yok, bahçede miskin miskin uyuyan dost da… Erik ağacı bile yok nerdeyse. Güler teyzenin bahçesinden bizim bahçeye dallarını sarkıtan yeşil erik ağacı. Şimdi birkaç dal kalmış geriye.
Duramıyorum daha fazla, içeriye girip gezmek istiyorum, hatta serip bir yatak, uyumak istiyorum babaannemin yatak odasında. Üst kata çıkmak sonra koşa koşa geri inmek istiyorum. Kaçıyorum Büyük Şakir paşa Sokaktan. Limana doğru yürüyorum. Sol taraftaki dut ağacına bakmamaya çalışıyorum. Baksam yine hayaletler göreceğim. Yere bakıyorum, hiç dut yok, dut mevsimi değil, biliyorum. Ama birkaç dut görmeyi umuyorum, bakıyorum yok.
Limandan Horoza doğru yürüyorum. Küçük ahşap teknelerin içinde yeni çekilmiş ağlar yorgun işçiler gibi uyuyorlar. Karaya çekilmiş büyükçe birkaç teknenin içinden kediler kafalarını uzatıyorlar. Benden onlara bir hayır gelmeyeceğini anlayıp geri kaçıyorlar. Horoz Gazinosunun açılmasına daha çok var.Bir banka oturuyorum. Oturduğum yer biraz nemli, elimle nemi alıyorum. Havada şimdi bir de deniz kokusu var, ağların kokusu var. İçime çekiyorum, tüm anılarımı içime çekiyorum.
Bütün banklar boş oysa, ama gelip benim yanıma oturuyor. Hiç tanımıyorum kendisini. Günaydın diyor. Rum olsa gerek. Ben de gülümseyerek günaydın deyip uzaklara bakmaya devam ediyorum. Üzerinde matem kıyafeti var. Saçları da siyah. Gözleri de. Elbisesi ve çantası da. Güzel bir kadın, güzel bir insan. Belli, benim de içime çektiğim o kokuyu içine çekisinden belli.
—Gezmeye mi geldin adaya? diye soruyor.
Adalıyım esasında ama şu an geziyorum, gezmeye geldim de denebilir diyorum. Sanırım ondan çok ben konuşacak birini arıyormuşum.
—Ben de adalıyım. Ama seneler sonra ilk kez geliyorum adaya, diyor. Dün gece iskelede bir pansiyonda kaldım. Ne çok değişmiş ada diyor. Sesinde bir sitem, sesinde bir acı. Fark ediyorum, gözleri dolu dolu oluyor.
Nereden geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz peki diyorum. Tanıdıklarınız vardır mutlaka adada, diyorum. Utanmasam birkaç soru daha soracağım, ama utanıyorum.
Gülümsüyor. İzmir’den geldim diyor. İzmir’e Yunanistan’dan gelmiştim birkaç sene önce, diyor. Anlıyorum. O da anlatmak için hevesli. Anlatıyor...Dinliyorum;
-Ben çok küçükken adadan ayrıldım, bana soran olmadığı için paşa paşa Yunanistan’a gittim. Çok küçüktüm. Şimdi ki aklım olsa kimse beni ayıramazdı doğduğum canım ada’dan. Köprülerin altından çok sular geçti. Çok şeyler yaşandı. Hayat ha orada ha burada, geçip gidiyor işte. Benimki de geçti gitti. Evlendim, çocuklarım oldu. Ben de anne oldum. Ben de nine. Ha Ada’da ha başka yerde, hayat aynı hayat. Ama işte bir şeyler hep eksik, bir şeyler hep yitik kaldı… Hep gelmek istedim Ada’ya, ama gelemedim. Arkadaşlardan dinledim adayı ve çocukluk arkadaşlarımın neler yaptığını. Ve işte şimdi buradayım… Evimizin duvarında asılı olan dede’mden bana kalan tek miras, Meryem Ana resmimi alıp hemen döneceğim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder