"Anlatılan en eski hikayeyi anlatacağım şimdi " dedi kadın. Ses, irkilten bir tınıyla salındı odada.. Aslında titrek ve yaşlı bir şarap gibi buğulu çıkan sesini yıllardır kendisi de duymamıştı.
Anlatılan en eski hikayeyi daha önce de kendi mi anlatmıştı yoksa başka birinden mi dinlemişti yüzyıllar önce…Yanılsamaya girdiği an hikaye başlamıştı bile, kelimeleri sandıktan çığlık ata ata çıkmaya başlamıştı bile, bu hikaye için ne bir kaç seyirciye ne de bir opera karanlığına ihtiyacı vardı, ne de zamana!!!
Belki bir eski İstanbul belki bir "yer" isimsiz...ama bir insan hikayesi..her hikaye gibi başlayan her hikaye gibi biten bir söyleme büyüsü...bittiği yerde yeniden başlayan belki de bir "hiç"lik hikayesi...zaman yok, ötesiz berisiz bir hikaye, yoksul bir sokak kedisi mırıltısı...
Eti olmadığı için kanatlarını renklerle bürüdü annesi, en azından kanatlarıyla tutunsun diye yaşama, yaşam dediği bir çiçekten diğerine uçmasından ibaret değildi elbet, yaşam bıraktığı yumurtalardan yeniden renklere bürünecek bir rüya aralığıydı...bu vadi kasabasında en az kelebekler kırılırdı…en çok aynalar…
Kendini kelebek sanması yeni değildi, bir rüyadan uyandığı gün başladı her şey...o zaman küçüktü, boyu kilosu henüz yedi yaşlarını gösteren bir kız çocuğuydu...asıl yaşı on iki kelebek yaşı ise on iki saatti…
O sarı sabah uyandığında, vücudunun olmadığını hissetti, yorganın içinden çıkardığı ayakları sanki sessizce gitmişti…diğer sabahlar yataktan kalkmak böyle değildi, bu sanki bir uçuştu, sanki bir kozadan sıyrılış, bir düşüş yukarıya doğru, ya da yeniden doğuş….
Sarı boyalı, küf kokulu odasında duvardaki boy aynasına koştu mu uçtu mu, her sabah yapardı bunu, her sabah ilk işi aynaya bakar bir şeyler beklerdi yüzünden, bedeninden…ne beklediğini bilmezdi ama bilirdi beklediğini… Bir kez annesi sormuştu "ne arıyorsun yüzünde" diye, -beni- demişti, kelebek sessizliğinde… Annesi duymamıştı cevabını, kelebek sesine aşina olmadığından, kaygılanmıştı sonra … Çok kez kaygılanmıştı...
işte o sabah aynada gördüğü şeyi aradı arkasını dönüp heyecanla, tekrar tekrar baktı etrafa, köşelere, eskimiş komedinin kenarlarına, yere düşmüş çarşafın kıvrımlarına, başka bir nefes dinledi, bir kalp atışı başkasına ait, oda da ondan başka kimse yoktu.. güneş perdenin arasından üzerine düştükçe, oda renklere boyandı...şaşkındı...aynaya tekrar baktı tekrar baktı, yaklaştı aynaya dokundu, kendine dokundu, kanatlarına, çok ince bir şeye dokunmanın verdiği ürpertiyi duydu, çok ince, çok narin, çok güzel bir şeye dokunmanın heyecanı...
Beklediği gün, beklediği “ben” gelmiş olmalıydı, yumurtasının üzerinden kalkıp denize doğru yavaşça yürüyen deniz kaplumbağasının üzeri kumlu bilgeliği gibi, gelmesi gerektiği gibi…sessizce…yalnızca…öylece…
Rutin bir takvim günü daha yaşanıyordu zemin kat evde, odalar arasında uçan kelebeğin kimse farkında değildi, bu olması gerekendi…Ya kimse farkında değildi ya da öyle olmayı tercih ediyorlardı, farkında olsalar bir pencereyi açıp onun dışarı doğru masum akışını izleyeceklerdi… Kim isterdi bir kelebeği hapsetmeyi? Kim isterdi bir kelebekten vazgeçmeyi?
Dilsiz eşyaların tozlarını aldılar önce yavaştan, sonra küçük bir su kabına altın tozu döktüler su niyetine, sahi su içer mi kelebekler? Sonra etrafa yasemin esansı dağıttılar, oda gizli bir arka bahçe gibi kokmaya başladı, heyecana kapıldılar, bir sele….
Yaşamın içinden geçip bir sinema salonunda ilk sıraya oturdular…Perde açıldıkça fırtına girdi içeri, kapandıkça kaçtı…Aynı hissettikler ayrı duygulardan çıkarak, aynı ile ayrının girdabında dönüp durdular lunapark oyuncakları gibi, sessizce yataklarına uzandılar derelerin, yol kenarı çiçeklerinden iz sürdüler güneye doğru…Kelebekler vadisine doğru…Vadi uzak kelebekler yakındı…Uçtular birlikte, sadece biri kanatlarıyla diğerleri rüyalarıyla…
Vadinin tam ortasına düşmüş güneş topundan sordular önce bilgiyi, sonra tepeye doğru akan ıssız patikadan yola düştüler, sağ taraflarına güzeli sol taraflarını iyiyi kattılar…kol kola girmiş sincaplardan tarif aldılar, kuyruksuz kedilerin dertlerini duydular, bütün yolla sus pus oldular…
Varacaklara yer başladıkları yerdi, her şey ilk gün tazeliğinde kokuyor her şey yeniden vücut bulmaya hazırlanıyordu; bu bir doğum belki de bir ölüm doğaçlamasıydı…Kelebekler vadisinde, kelebeklerin dünyasında tüm sahne dekoru hazırlanmış, rituel için geri sayım başlamıştı…
Kanatlarını açtı uzun uzun, ve son bir kez denize baktı, deniz de ona, selamlaştılar bir tren garında vedalaşan çiftin hüznüyle…Kanatlarından pul pul özlem düştü, her pul düşerken su damlası, su damlası bir renk oldu, en sevdiği renk oldu, kırmızı oldu…kan oldu…
İçinden replikler geçti koşarcasına, aşklar geçti telaşlı, hepsi bir yerlere yetişme telaşıyla uçuştular bir kanattan diğerine…kanatları ağırlaştı ağırlaştıkça vadinin sesi kulaklarına dolandı, bir kaç çığlık duydu, vedalaşmanın sancılarını hissetti karnının tam ortasında…bir başka kanada değdi kanadı, kanatlaştılar birlikte, uçmak için değil uymak için vadinin düzenine…sessizleşti vadi…her şey sustu…zaman ışığını yaktı, yol önünde bir bıçak yarası kadar hızla açıldı, kelebek kanatlarını bırakıp dışardan, yola tutundu, yol sarıldı beline…
Biten bir hayatın hikayesi bu bitmek bilmeyen, sonsuz hayatlar pazarında yaşlı bir satıcının sesinden başlayıp bir ressamın tuvalinde ilerleyen bir orman çıplaklığında durup dinlenen sonra bir çingenenin teneke kutudaki güllerine saplanan bir hikeye…
Bir kelebek kız hikayesi....Bir kız kelebek hikayesi.....
daha
bitti
emel garip