14 Ocak 2009 Çarşamba

Ben-im




Ben bir ten-yabancı
Biri gayri-Müslim, diğeri Osmanlı sultan’ı
Kürek çekiyor kıyıya doğru biri, diğeri izinsiz açılmış zarf
Biri zamansız açmış papatya, diğeri falcının yalanı
Mayın tarlası teki, diğeri süt-liman
Biri şehir ışıklarına hasret, diğeri körebeden terk
Rakı içer biri, diğeri beyaz leblebi
Meyvesi ekşi birinin, diğerinin tadı damağında
Biri nazlı kelebek, diğeri konuşkan vapur
Şiirci teki, diğeri terzi
Birinin gözleri yeşil, diğeri yosun tutmuş çoktan
“mi” teki, diğeri üç nokta
Pencereden bakıyor teki, diğeri mendil misali
Biri faytona takılıyor, diğeri derdine yanıyor
Merdiven altında unutulmuş teki, diğeri ispiyoncu kumru
Kuzey biri, diğeri doğmadı henüz
Biri kurşun kalem, diğeri vurulmuş yatıyor yerde
Yarası derin birinin, diğeri “Tülay German”
Yorgun kısrak teki, diğeri eksik etek bir dişi
Mor salkım teki, silik gökkuşağı öteki
sisli biri, ya pus!




Emel Garip

Parmaklar-ım


Parmaklarım bir ten-hapishane
Biri sersem ortanca, diğeri küskün serçe
Açık söz biri, diğeri “Lale Müldür”
Yüzgeçleri altından birinin, diğeri boğulmuş hasret
Biri kalabalık, diğeri çıkmaz sokak
Günlerden Salı biri, diğeri paslı posta kutusu
Sahilde kırık şezlong biri, diğeri kum saati
Huysuz uyanıyor sabahları biri, diğeri gece matinesi
Biri Amerika, biri şaka
Zencefil kokuyor teki, öteki boş saksı
Tereddüt ediyor biri, diğeri aşk gemisinde kaçak yolcu
“Hiç kimseye etmez şikâyet” teki, diğeri nihavent makamı
Ser verir teki, sır vermez öteki
Biri av yasağı, diğeri ren geyiği
Eski Beyoğlu teki, diğeri karanlık tünelde tutsak ateşböceği
Biri Arnavut kaldırımı, diğeri yüksek ökçe
Piyano çiziyor kuma biri, diğeri yeteneksiz köstebek
Birinin kafası karışık, diğerinin hırkası sökük
Siyah-i mavi teki, öteki kıp-kırmızı
Sisli biri hem de çok, diğeri hep pus

Emel Garip

Dizler-im


Dizlerim iki ten-zarf
Biri sisli ada, biri ağrı dağının zirvesi
Seksek oynuyor teki, diğeri unutulmuş bir masalın hayaleti
Teki avluya çıkıyor, teki eskimiş vagon
“Aşk Irmakları” biri, diğerinin ağzından düşmüyor sigara
Bir tanesi kaplumbağa, diğeri evini kaybetmiş mülteci
Şakacı teki, diğerinin maskesi mor
Biri pentimento, diğeri Picasso
Çok cüretli biri, diğeri pul biriktiriyor kendini bildi bileli
Antika bir vazo teki, diğeri sakar saksağan
Biri coğrafya dersinden sınıfta kalmış, diğeri ekvator
Kızılderili reisi teki, diğerinin saçlarında güneş
Biri şatoda yaşıyor, bir külkedisi
Çocuk hala teki, diğeri “tears in heaven”
Moda’da çay bahçesi teki, diğeri adalardan dönen son vapur
İstanbul’da sonbahar biri, diğeri yazlık sinema
Biri yarım elma, diğeri gönül alma
Çingene kadın bir teki, diğeri kırmızı gül
Çiğ düşmüş tekine, tekinin kalbi doğuştan kırık
Mavi-siyah teki, teki mor-kırmızı
Biri sisli, puslu diğeri


Emel Garip

Ayaklar-ım


Ayaklarım bir ten-düzyazı
Biri nar, diğeri delik bir cepten dökülmüş hüzün
Bir tanesi sol anahtarı, öteki “Hotel California”
Teki kadife koltuk, teki ahşap sandalye
Biri yolunu kaybetmiş, diğeri “puslu kıtalar atlası”
Fransızca biri, diğeri Türkçe
Dokun diyor teki, diğeri mahcup ve gizliyor kendini
Beyhude arıyor eşini biri, öteki yalnızlığına âşık
Biri yoksul, birinin gönlü zengin dağıtıyor kendini
Yakışıklı teki, diğerinin gözleri sürmeli
Birinin yürüyüşü fiyakalı, birinin yağmuru konuşkan
Suçu sevmek birinin, diğeri “Leyla ile Mecnun”
Deniz kabuğu biriktiriyor biri, diğeri ekşi elma
Uzaktan akrabasına âşık teki, teki yosun rengi
Prag’a gitmek istiyor biri, diğeri Eiffel kulesi
Heceleri camdan tekinin, teki şair maskesi
Samanlıkta iğne arıyor biri, diğeri tarlada doğuruyor kendini
Kırmızı oje çok yakışıyor tekine, diğeri mavi boncuk
Sabah biri, diğeri gece
Uçurumdan düşüyor biri, diğerinin kanatları satılık
Mor mavi teki, kırmızı aşk öteki
Sisli bir tanesi, diğeri pus


Emel Garip

Saçlar-ım


Saçlarım bir ten-rüzgâr
Bir yanı naneli şeker, bir yanı sarman kedi
Dalgalanıyor bir yanı, inceldiği yerden kopuyor diğer tarafı
Bir yanı zehirli yemiş, diğer yanı pamuk prenses
Patavatsız orman bir yanı, bir yanı esrarengiz yabancı
Bir yanı kuş yuvası, bir yanı ipek-ten fırtına
Yangından sonra kalan kül bir tarafı, bir tarafı kirpikten düşen ay
Maskesiz bir balkon bir yanı, bir yanı sokak kızı irma
Bir yanı fesleğen kokar, bir yanı ihanet
Sarhoş ve kimsesiz bir yanı, bir yanı yağmur da (d)üş(t)ür
Soluk vapur kartpostalı bir yanı, diğer yanı aslan balığı
Bir aşkla üç kuş vurur bir yanı, diğer yanı mektup açacağı
Bir yanı yıldızdan yatak örtüsü, diğer yanı uyuyan güzel
Doğaçlama yalnızlık bir yanı, diğer yanı kayıp Atlantis
Bir yanı lirik ezber, diğer yanı “ kanun taksimi”
Bir yanı “yaz bitti”, diğer yanı “aşk hiç biter mi”?
Dalgın bir dost bir yanı, diğer yanı meyhane masası
Kumral iki kumru besliyor bir yanı, bir yanı karaborsa rüya
Bir taraf çay içiyor tek şekerli, diğer taraf çatlak kadeh
Akdeniz’e açılıyor bir yanı, diğer yanı sandıkta saklı
Bir yanı papatyadan taç, diğer yanı “Burçak Tarlası”
Uçlarından kırık bir yanı, diğer yanı kesik ve yaralı
Altın rengi bir tarafı, mavi-kırmızı-siyah diğer yanı
Sisli bir yanı, diğer yanı pus


Emel Garip

Eller-im


Ellerim bir ten-kelepçe
Biri tutuklu, biri yarı kapalı cezaevi
Kaçıyor sürekli teki, diğeri yalnızlığıyla mutlu
Tutkulu âşık bir tanesi, öteki katili meçhul bir serseri
Papatya topluyor biri, diğeri ıslıkla söylenen bir ezgi
Biri kırmızı şarap içer, diğeri lekeli bir beyaz entari
Kış uykusuna yatmış biri, diğeri aylardan haziran
Biri körebe oynarken kayıp, diğeri annesiz bir deli
Sırnaşık bir sarmaşık teki, diğeri penceren sızan kış güneşi
Teki nefesini tutar, diğeri çığlık çığlığa dans eder
Direnir zamana biri, öteki eldivenlerini ararken bulur hazineyi
Biri küreksiz sandala biner, diğeri yolunu kaybetmekte usta
Âşık olur her bahar teki, diğeri bilmez ezbere hiçbir şiiri
Türkan Şoray biri, diğeri kamyoncunun al yazmalı hikâyesi
Bir tanesi mum ışığı, diğeri İtalyan filmi
Tadı damağında kalmış birinin, diğeri ağlara takılmış denizkızı
Biri korkar geceleri karanlıktan, öteki uçurumda kaderini bekliyor
Kumruları besliyor teki, diğeri martı kanadında sahipsiz bir aşk mektubu
Trenden bakıyor biri, diğeri “one way ticket”
Yabancı dilde küfür ediyor soldaki, diğeri iki ortalı müzik defteri
Biri Oyuncakçı dükkânına abone, diğeri gramofon tamircisi
Hevesli biri, diğeri elemli
Mavi-siyah bir tanesi, kırmızı-mavi öteki
Sisli teki, öteki pus


Emel Garip

Gözler-im


Gözlerim iki ten-ayna
Biri yalnızlık kadar siyah, biri yeşil erik sanki
Biri köle, biri özgürlüğün kumral bekçisi
Turneye çıkıyor her gün biri, biri kırık plak tamircisi
Biri dik bir merdiven, biri kör bir kuyu
Nazara inanıyor biri, elem terefiş kem gözlere şiş diğeri
Fransız filmi sanki biri, biri repliğini unutmuş kedi
Bulut gibi ağlıyor biri, keman çalıyor öteki
Eğilmiş üzüm topluyor biri, şaraptan özür diliyor diğeri
Cemal Süreya biri, “keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diğeri
Soldaki avcı, ürkek bir geyik kalbi öteki
Zarfı açık bir mektup biri, “IL Postino” diğeri
Ahmakıslatanda ıslanmış biri, diğeri tsunami
Yaramazlık peşinde biri, oyun parkında zinciri kırık salıncak diğeri
Tesadüf biri, kahve falında yol diğeri
Birinin sandığı kilitli, biri çeyizini kaybetmiş gelin gibi
Ahşap bir cümle beriki, diğeri göçmen kuşlar geçişi
Biri inanıyor yalancıya, diğerine “alışmak sevmekten daha zor geliyor”
Uzaklıklarla besleniyor biri, diğeri okyanusta kayıp bir gemi
Gölgesinde kelebek besliyor teki, kaçıyor kendinden diğeri
Güneşin kavurduğu bir çöl biri, diğeri batık gemi
Biri sisli, bir pus

Sırt-ım


Sırtım bir ten-yol, çorak tepelere çıkan iki yan yol
Bir yan çölde kum fırtınasına yakalanmış, bir yan “sobe”
Bir tarafı yatıyor sere serpe, diğer tarafı gezegen
Ruj sürüyor resimdeki kadına bir yanı, diğer yanı geveze
Kelebekli bir çarşaf bir yanı, bir yanı yalnız kovboy
Bir yanı sigara içiyor, bir yanının başı dumanlı
Kestirme yoldan gidiyor bir yanı, bir yanı karlı kayın ormanı
Hesapsız kitapsız seviyor bir yan, diğer yan acıklı bir türkünün nakaratı
Bir yan bahçeye açılıyor, diğer yan zaten balkon
Burçlara inanıyor bir yanı, diğer yanı Venüs
Bir yanı rüya görüyor, bir yanı çıkmaz sokak
Uçurumun kenarında duruyor bir tarafı, bir tarafı konacak dal arıyor.
Bir yan sis, diğer yan pus

Bacaklar-ım


Bacaklarım iki ten-ağaç
Biri yeşile çalıyor, bir zaten hırsız
Uzanıyor biri güneşe, biri “seni gidi arsız”
Nina Simone biri, diğeri tek parçası kayıp puzzle sanki
Paris’e gidiyor biri, diğeri sürgünde hala
Öteki salıncak kuruyor kendine, beriki zaten ağaç
Kırılıyor bir tanesi aynalara bakınca, birinin gölgesi mavi
Biri serseri, biri utangaç kapıyor eteğini
Sağdaki ezberleyemez bir şiiri, diğeri tiyatronun yırtık perdesi
Biri yağmurlu günlerin müjdecisi, biri şemsiye tamircisi
Seviyor diğerini biri, diğeri de birini
Ağlıyor biri kaybolmuş gibi sanki sesi, diğeri unutulmuş bir kedi
Biri yol, diğeri kayıp bir kasaba krokisi
Mavi bir kısrak bir tanesi, siyahi bir atın hayali diğeri
Beriki kanıyor tüm masallara, öteki hayallerin bekçisi
Akşam oluyor birinde, diğeri “dark side of the moon”
Bu yandaki sis, diğeri pus


Emel Garip

Omuz-larım


Omuzlarımda iki ten-melek…
Biri uç diyor biri kon…
Öp diyor biri, biri susuyor…
Biri kalkıyor gidiyor, diğeri kal diyor…
Küsüyor biri, öteki ağlıyor…
Korkuyor öteki, soldaki cesur…
Biri saçlarıma yakın duruyor, biri gizleniyor…
Şarkı söylüyor beriki, diğeri kemancı…
Yüzüyor biri, diğeri açık deniz…
Sızıyor içeri biri, diğeri utangaç saklıyor kendini…
Öteki sakin, bu telaşlı bir kuş sanki
Koşmayı seviyor, biri beklemeyi
Biri zamanı seviyor, biri dakikaları sayıyor
Tadı tuzlu birinin, diğerinin tatlı
Biri balkona çıkıyor, biri sardunya
Yan odada bir tanesi, bir tanesi karşı adada
Bir tanesi yerli, diğeri Türk filmi
En sevdiği meyve elma birinin, diğerinin şeftali
Biri yolcu, diğeri istasyon
Siyah biri, diğeri mavi
Bu yandaki sis, diğer yandaki pus
Emel Garip

Bir kısa ANI… Bir Öykü, Adalı…




Çitlembiklerin yerlere döküldüğü mevsim. Güvercinler dallarda keyifle karınlarını doyuruyorlar. Gagalarında yemişlerin çıtırtısı, sanki bir ada şarkısı gibi, sessizliğin içinde yükseliyor. Yollar ıslak, sanırım gece biraz yağmur yağmış. Havada mis gibi bir koku var. Adanın mis kokusuna bir de yağmurun kokusu sinmiş, en pahalı parfümden bile daha değerli!


Uzaktan, sanırım yukarı mahalleden, köpek havlamaları duyuluyor. Şimdi, fonda Ada Senfoni Orkestrası. Birkaç esnaf pedalları hızlı hızlı çevirerek, dükkânlarını açma telaşında. Saat henüz çok erken. Sol tarafta artık iyice dökülmüş bir Rum evi. Perdeleri siyahtan hallice. Belli ki çok zamandır yıkanmamış. Yan gözle aralık perdeden içeriye bakınca, duvarda asılı Meryem Ana resmi görünüyor. Belli ki bu evin sahipleri çok zamandır ada’ya gelmiyor. Saçakları, pervazları, çatısı elden geçmeli. Kim bilir belki de yakında yok olacak evi biraz geçince, bakkal olduğu zamanları dün gibi anımsadığım bir başka yıkıntı var. Çukur bakkal mıydı adı? Zaten Ada’da hangi sokağa girsen birkaç hayalet, birkaç anı uçar gider gözümüzün önünden.

Sabah ekmeğini almış sonradan adalı bir adam, ekmeği sardığı gazeteye göz gezdirerek geliyor ileriden. Birkaç sokak kedisi umutla arkasından koşup sonra geri dönüyor. Sokak bitiyor, artık çınar meydanı… Eskiden, bir dönem 23 Nisan kutlamalarını yaptığımız meydan. Atatürk heykeli zamana direniyor. Bir minik kedi yiyecek dileniyor, ince ve ürkek sesiyle. Üzülüyorum, kızıyorum kendime, keşke cebimde bir parça ekmek olaydı diye sessizce özür diliyorum minik kediden. Tam o anda iki adalı kadın karşılaşıyorlar, sabah yürüyüşüne çıkmış. Bir adalı kızın kına gecesinden bahsediyorlar. Biri gideceğini söylüyor, diğeri kırgın olduğunu. Çünkü gelinin annesi kendi kızının nikâhına gelmemiş. Sonra yürüyüşe birlikte devam etmeye karar verip hızlanıyorlar. Maden’e doğru yürüyorlar; üzerlerinde eski eşofmanlar, ellerinde su şişeleri. Ben de hevesleniyorum. Geri dönüyorum aynı yoldan, aynı eski evleri geçiyorum. Aynı şeyleri düşünüyorum. Yine Meryem Ana resmine bakıyorum. Kadınların peşi sıra, Madene doğru değil de kumsala doğru dönüyorum.

Doğduğum ve büyüdüğüm evimin önünde duruyorum. Gözlerimi kapıyorum eski günler, açıyorum bir başka hayalet ev daha. Burnum sızlıyor, ağlamaklı oluyorum. Bir an bahçede ağlarını tamir eden dedemi görür gibi oluyorum. Babaannem semaveri masanın üzerine koyarken bir yandan da dedeme söyleniyor; yine mi turşu kuracaksın, diye. Dedemin kurduğu salatalık turşusunun tadını ve özlemini kimselere anlatamam. Yukarıdan annem sesleniyor, Şükran hadi bir ekmek al gel kızım, diye. Şükran mızmızlanıyor, hep ben hep ben, diye. Sonra gidiyor, suratı beş karış. Mustafa bakkaldan kendine bir de sakız alıyor… Sonra Halamı görüyorum sanki bir an, kapıya gelen arkadaşına yeni dikeceği elbiseden bahsediyor. Saten kumaştan ve pembe. Kendi elleriyle dikiyor sonra da Lido gazinosunda kendi giyip mankenlere taş çıkartırcasına podyumda yürüyor. Ben gururla izliyorum. O benim halam. Zaman ne tuhaf bir canavar diye düşünüyorum, o gün sanki dün gibi. Halam da yok artık, dedem de… O canım evimizin camları bile yok, bahçede miskin miskin uyuyan dost da… Erik ağacı bile yok nerdeyse. Güler teyzenin bahçesinden bizim bahçeye dallarını sarkıtan yeşil erik ağacı. Şimdi birkaç dal kalmış geriye.

Duramıyorum daha fazla, içeriye girip gezmek istiyorum, hatta serip bir yatak, uyumak istiyorum babaannemin yatak odasında. Üst kata çıkmak sonra koşa koşa geri inmek istiyorum. Kaçıyorum Büyük Şakir paşa Sokaktan. Limana doğru yürüyorum. Sol taraftaki dut ağacına bakmamaya çalışıyorum. Baksam yine hayaletler göreceğim. Yere bakıyorum, hiç dut yok, dut mevsimi değil, biliyorum. Ama birkaç dut görmeyi umuyorum, bakıyorum yok.

Limandan Horoza doğru yürüyorum. Küçük ahşap teknelerin içinde yeni çekilmiş ağlar yorgun işçiler gibi uyuyorlar. Karaya çekilmiş büyükçe birkaç teknenin içinden kediler kafalarını uzatıyorlar. Benden onlara bir hayır gelmeyeceğini anlayıp geri kaçıyorlar. Horoz Gazinosunun açılmasına daha çok var.Bir banka oturuyorum. Oturduğum yer biraz nemli, elimle nemi alıyorum. Havada şimdi bir de deniz kokusu var, ağların kokusu var. İçime çekiyorum, tüm anılarımı içime çekiyorum.

Bütün banklar boş oysa, ama gelip benim yanıma oturuyor. Hiç tanımıyorum kendisini. Günaydın diyor. Rum olsa gerek. Ben de gülümseyerek günaydın deyip uzaklara bakmaya devam ediyorum. Üzerinde matem kıyafeti var. Saçları da siyah. Gözleri de. Elbisesi ve çantası da. Güzel bir kadın, güzel bir insan. Belli, benim de içime çektiğim o kokuyu içine çekisinden belli.

—Gezmeye mi geldin adaya? diye soruyor.
Adalıyım esasında ama şu an geziyorum, gezmeye geldim de denebilir diyorum. Sanırım ondan çok ben konuşacak birini arıyormuşum.
—Ben de adalıyım. Ama seneler sonra ilk kez geliyorum adaya, diyor. Dün gece iskelede bir pansiyonda kaldım. Ne çok değişmiş ada diyor. Sesinde bir sitem, sesinde bir acı. Fark ediyorum, gözleri dolu dolu oluyor.
Nereden geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz peki diyorum. Tanıdıklarınız vardır mutlaka adada, diyorum. Utanmasam birkaç soru daha soracağım, ama utanıyorum.
Gülümsüyor. İzmir’den geldim diyor. İzmir’e Yunanistan’dan gelmiştim birkaç sene önce, diyor. Anlıyorum. O da anlatmak için hevesli. Anlatıyor...Dinliyorum;


-Ben çok küçükken adadan ayrıldım, bana soran olmadığı için paşa paşa Yunanistan’a gittim. Çok küçüktüm. Şimdi ki aklım olsa kimse beni ayıramazdı doğduğum canım ada’dan. Köprülerin altından çok sular geçti. Çok şeyler yaşandı. Hayat ha orada ha burada, geçip gidiyor işte. Benimki de geçti gitti. Evlendim, çocuklarım oldu. Ben de anne oldum. Ben de nine. Ha Ada’da ha başka yerde, hayat aynı hayat. Ama işte bir şeyler hep eksik, bir şeyler hep yitik kaldı… Hep gelmek istedim Ada’ya, ama gelemedim. Arkadaşlardan dinledim adayı ve çocukluk arkadaşlarımın neler yaptığını. Ve işte şimdi buradayım… Evimizin duvarında asılı olan dede’mden bana kalan tek miras, Meryem Ana resmimi alıp hemen döneceğim…

deneme


Deneme: Bir sese sesleniş...

Ne olduğunu anlayamadım, birden her yer karardı. Oysa az önce bir kaç saniye önce, aydınlıktı. Görüyordum... Yoksa birileri ışığı mı kapattı... Birileri beni korkutmaya mı çalışıyor? Ama Kim? Burada yalnızdım ben, bir kaç saniye önce sadece ben vardım, tek başıma. Puslu gri İstanbul’u izliyordum... Hala karanlık... Gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalışıyorum. Belki bir yerden sızan ışık görür ve buradan çıkabilirim... Hayır yok. Olmuyor. Her yer çok karanlık... Korkmaya başladım... Seslendim... Kimse var mı?

Bir süre sonra bir ses... Bir buğulu ses...

—Korkma
—Kimsin... Göremiyorum seni... Neler oluyor anlamıyorum... Göremiyorum...
—Hiç görmedin ki... Ne zaman büyüdün o zaman sanmalarını görme sanmaya başladın
— Hep gördüm, yanılıyorsun, hep baktım ağaçlara, denize, martılara, aynada kendime.
—Yanılıyorsun... Hiç bir zaman görmedin... Sandın... Sanmalardan ibaretti gördüğün sandıkların...
—Bu oyunu sevmedim
—Sevsen de sevmesen de başladın bir kere, aydınlığı bulana kadar sürecek bu oyun...
—Gitmem gerekiyor, gitmeliyim.
—olmaz...
—sus...
—olmaz...

Bir "ses" ile hiç kavga etmemiştim, ne yana dönsem sadece siyah, sadece kara... pes etmek istedim... vaz geçmek... Kabullenmek... Karanlığa bırakıp kendimi - yok olmak...

—seni duyuyorum... Sendin buraya gelmeyi isteyen... Kendin... Ta kendin... Bizzat kendin...
—ben sadece puslu İstanbul’u seyrediyordum...
—farkına vardığın an, işte o an... İstanbul’a bakıyordun... Ve neye baktığını anlamaya çalışıyordun...
—anlamıyorum, anlayamıyorum.
—içindesin, kendi içinde, kendi karanlığına girdin, bunu başardın, simdi çıkmak için bakman gerekiyor, daha da içeriye, en derinine, solucanın içinden geçer gibi, saklanma, durma, bekleme.
—şimdi biraz anlıyorum seni, bir tür boyut değişimi. Ancak filmlerde olur sanıyordum.
—sayılır.
—ama hep burada kalmak istemiyorum... Sandığım her şeyi seviyorum ben. Benim sanılarım onlar.
—gerçekten görünce, gerçekten seveceksin... Sandığından daha çok.
—peki, ne yapmalıyım... Bu karanlık gezegenden nasıl çıkacağım...
—bulacaksın... Bulmak istediğine inandığında... İnandığında kendine. Kendine inandığında.

Birden bir ışık, bir yol belirdi önümde...
Yürüdüm...
Sinekleri düşündüm...

Yalnızlığımda ki beni gördüm...
Gövdemden çıkan ışığı gördüm.

Kendimi gördüm...
Yola cıktım... Yola cıktım... Yola cıktım... Yola cıktım...
Ben kendimden çıktım.


Emel Garip

Kehribar


Uzun yoldan geldim
Henüz reçine iken gözlerim, kehribar kadar görkemliydi kalbim
Cebimde dalgalardan ödünç çakıl taşlarım
Önümde gardiyanım-cellâdım, kara kediler
Sevsem her yanım tırmık
Sevmesem ruhum ezik
Fırtınanın garip hüzzam kokusu, yıkandıkça saçlarıma dolanan yosun yeşili
Pişman olmadım, pişman değilim
Biraz daha uzun olsaydı bacaklarım
Belki de orman da yaşamaktan korkmayacaktım
Sahil kasabalarına özendim
Süslendim Pazaryerlerinde gezindim
Terzi oldum, gökyüzünden kendime entari diktim
Ellerimle uçan halılar ördüm,
Kanatlarını ödünç verecek kuşlarla yarıştım
Kaybettim
Zamanın içinde yolumu kaybettim
Gönül yazgımı kaybettim
Bestemi kayıp bir kıtada unuttum
Şarkımın sözlerini unuttum
Sonra her şeyi yeniden yazdım
pentimento yu sevdim
Bir de pandispanya adında bir kediyi
Sonra güneşten geçen kara damlaya karıştım
Denizine döküldüm
Korktum ama yüzdüm, açıldım, daldım derinlerine
Saçlarımı yeniden uzattım
Bahar temizliği yaptım, pencerelerimi açtım, odalarımı havalandırdım,
Kelebekler topladım, yasemin kokan mavi kelebekler
düşlerimi özgür bıraktım...


Emel Garip

itinayla


İtinayla gizlenmiş bir mana var

suratında
bir ayna

aynadan yansıyan bir ben

suret
var
gerisi
çizgiler

gerisi hayatın susuz kalmış dereleri

kadar
kurak
yağmur için çok geç
göz kapaklarım
metalden birer kapak
kadar
ağır
güneş için ise çok erken
yaz bu sene küs bir
erik
ağacı

kadar
erken
suskun
susuz
uzak
erik
"hiç biri"
kelimesi kadar çaresiz
hiç
biri
yeterince yeşil yeterince olmuş değil
İNCİR
kadar

Emel Garip

En Sevdiğim İnsan Kedi





Bütün kediler adada doğar
her çocuk adalı bir kediden doğar
kedilerle bir büyür çocuklar ada sokaklarında her kedi bir adadır aslında
her ada bir çocuk ve her çocuk da bir adadır bana kalırsa...

Her insan kendinin adası mıdır yoksa
belki ondan, ıssız adasında kendini arar gibi kedisini araması insanın...
Belki de kayıp kediler adasında
aradığı, yitirdiğidir insanın...
Kediler ölünce cennete gider, insanlar bir masala

Herkesin içinde bir kedi var
herkesin içinde bir batık ada
hesapsız-kitapsız sevilmeyi isteyen bir kayıp kedi sorgusuz-sualsiz gidilen bir yitik ada...
Herkesin bir 'diğeri' var
diğerinin de kedisi:
Öteki kedi
Durmadan sorgulayıp incittiğimiz...
Bütün kediler kardeştir, galiba kardeş olamayan insanlar yoksa neden incitip duralım birbirimizin kedisini ?

Şair sözü de olsa yalan değil galiba
benim de şu hayatta "En sevdiğim insan kedi" aslında…

Emel Garip-07

13 Ocak 2009 Salı

AdA







İçimde ada sokalarında kaybolma tutukusu
vazgeçemediğim bir çocukluk masalı gibi
erik ağacının bir dalında koparılmayı bekleyen
unutulmuş yeşil hayatım
yosunları koklayan kör bir kedi sancısı

Dönmek zamanı gelince adaya
gitmiş olur mu acaba mısırcı
ya da iskeledeki saat kaçı gösterir
yıkık ruh zamanı
güneş batar mı
balıkçılar eve döner mi
yavru martılar yollara düşer mi
ben bir ada vakti sata bilir miyim
biriktirdiğim eski hayalleri?

anne ada, kadın ada, kedi ada, ıslı ada, ıslak ada
güneşin tek aşkı

ayın manevi evladı


cinsiyeti dünya ada
denize uzat beni
it sulara doğru
düğün gecesi saçlarıma yosunlar tak
ve lütfen sular yükselmeden kurtar gemicileri
bay ada
bayan ada
cinsiyeti dünya ada

hadi artık sev beni...


Emel Garip




17...18...19...20 önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe.

Hangi çocuk bilmez ki saklambacı? Hangi çocuk bir kez bile sobelenmemiştir? Hangi çocuk bir kez ebe olmadan büyümüştür? Ebe olmayan, sobelenmeyen çocuk hiç çocuk olamamıştır belki de...

Adada saklanan çocukluğun, bir metruk evin bahçesinde ya da Mualla Teyze’nin merdiveninin altında bir yerlerde hep saklı kalır, her geçişinde o sokaktan çocukluğunu görürsün, sakladığın yerde durur en masum gülüşüyle çocukluğun, sen zamana direnemez büyürsün.

Büyük şehirlerde sakladığın çocukluğunu kaybedersin, çocukluğunu sakladığın yerin üzerinden belki bir yol geçmiştir, belki de bir site kondurulmuştur iki bloklu.
Kayıp olur büyük şehirlerde çocukluğun, adadaysa sakladığın yerde durur.

Güzeldir adada çocuk olmak, büyüsen de hep adanın küçük çocuğu kalırsın. Güvenirsin komşuna, annen evde değilse gidip sıcak bir çorba içebilecek kadar yakınsındır Yuana Teyze’ne.

Adada güvendeydik…

Sokaklar korurdu bizi, şimdiki gibi korkmazdık sokakların ıssızlığından. Hatta ara sokaklarda saklanırdık annelerimizden, eve girmemek için. Oğlan çocukları ara sokaklarda dizerlerdi misketlerini asfalta, ara sokaklarda buluşurduk çocukluk rüyalarımızla, dedim ya korkmazdık sokaklardan. Kaldırımlar sıcaktı, üşütmezdik. Çekirdeğimizi yer yerlere atardık, ama hiç kirlenmezdi sokağımız. O zamanlar daha çok mu karınca vardı alır götürürdü yuvasına, daha çok mu serçe vardı yuva yapardı kabuklarıyla.

Sokağımızın bahçeli evlerinde uzun süren yemekler yenirdi, yemek sonrası çaylar demlenirdi. Bahçeli evlerde beklerdik Adile Teyze’yi, “Uykudan Önce”yi, ismimizi söyleyecek mi diye pür dikkat dinlerdik. Herkes sadece KOMŞUYDU; komşu olmak güzeldi. Yoktu din, dil, ırk kelimeleri sözlüklerimizde, yoktu başörtülü başörtüsüz farkı, herkes sadece KOMŞUYDU…

Yaz biter, komşulardan bazıları göçerdi kışlık evlerine. Birkaç zaman hüzünlenir, kapanmış kepenklere bakar dururduk. Yağmurlu günler başlardı önce, sokaklarımız mis kokardı. Saçaklardan sular akar, kediler yeni dizilmiş odunların aralarında kendilerine yuva yapardı. Odun kokardı sokaklar. Mis gibi toprak, mis gibi yosun kokardı. Sonra kış kar dökerdi başımızdan. Bembeyaz bir örtü kaplardı yollarımızı. Kardan adamlarımız sabaha gitmiş olurdu, biz yenisini yapardık. Yaz – kış ada sokakları hep sıcaktı, çünkü içimiz sıcaktı.

Şimdi de ada sokakları çok farklı değil belki… Hala çocuklar sokakların aboneleri. Hala daha çok özgürler “şehir” çocuklarından.


Benim telaşım gelecekten… Benim korkum kaybetmekten sakladığım çocukluğumu yeni binaların arasında. Benim meramım “koruyalım” çocukluğumuzun bahçesi sokaklarımızı…




Dedoş'a...


Prinkipo’ da bir Balıkçı vardı
Emmiy’di, Yusuf’du adı
Denizin üzerine yansıyan bir Münir Nurettin Selçuk güftesi
-gibiydi yaşamı
Biri balık dizerdi, biri notaları
Şiirlerinden ada akardı,
Dört yanı sularla çevrili bir hüzün akardı
Henüz çekilmemiş siyah beyaz bir filmin asıl kahramanıydı
Henüz bulunmamış hazinesinden martılar uçardı
Kediler bakardı ardından usulca ve dünya dururdu…


Kırışmış bir mektup gibi okudukça okunan yüzünden güneş doğardı
Balık kokan ellerinden de…
Batardı…

Yusuf emmi göçer, bir dönem biter…
Garip bir telaş, garip bir kırık başlar adanın bir köşesinde…
Kırık büyür, bir fay bir hayal…
Kırıldıkça çoğalan bir hal alır…
O sanki hala,
Ardında kendini kedi sanan martısı
Evde onu bekleyen “bitmeyen aşkı”
O sanki hala…
Gitmemiş kadar çok…
O hala gitmemiş kadar burada…
Ada sokaklarında…
Bir eli kızında…
Bir eli balıklarında…
Prinkipo’da bir balıkçı vardı…
Adı yusuf emmi…

Emel Garip
2007

Kelebek Kız




"Anlatılan en eski hikayeyi anlatacağım şimdi " dedi kadın. Ses, irkilten bir tınıyla salındı odada.. Aslında titrek ve yaşlı bir şarap gibi buğulu çıkan sesini yıllardır kendisi de duymamıştı.

Anlatılan en eski hikayeyi daha önce de kendi mi anlatmıştı yoksa başka birinden mi dinlemişti yüzyıllar önce…Yanılsamaya girdiği an hikaye başlamıştı bile, kelimeleri sandıktan çığlık ata ata çıkmaya başlamıştı bile, bu hikaye için ne bir kaç seyirciye ne de bir opera karanlığına ihtiyacı vardı, ne de zamana!!!

Belki bir eski İstanbul belki bir "yer" isimsiz...ama bir insan hikayesi..her hikaye gibi başlayan her hikaye gibi biten bir söyleme büyüsü...bittiği yerde yeniden başlayan belki de bir "hiç"lik hikayesi...zaman yok, ötesiz berisiz bir hikaye, yoksul bir sokak kedisi mırıltısı...

Eti olmadığı için kanatlarını renklerle bürüdü annesi, en azından kanatlarıyla tutunsun diye yaşama, yaşam dediği bir çiçekten diğerine uçmasından ibaret değildi elbet, yaşam bıraktığı yumurtalardan yeniden renklere bürünecek bir rüya aralığıydı...bu vadi kasabasında en az kelebekler kırılırdı…en çok aynalar…

Kendini kelebek sanması yeni değildi, bir rüyadan uyandığı gün başladı her şey...o zaman küçüktü, boyu kilosu henüz yedi yaşlarını gösteren bir kız çocuğuydu...asıl yaşı on iki kelebek yaşı ise on iki saatti…

O sarı sabah uyandığında, vücudunun olmadığını hissetti, yorganın içinden çıkardığı ayakları sanki sessizce gitmişti…diğer sabahlar yataktan kalkmak böyle değildi, bu sanki bir uçuştu, sanki bir kozadan sıyrılış, bir düşüş yukarıya doğru, ya da yeniden doğuş….

Sarı boyalı, küf kokulu odasında duvardaki boy aynasına koştu mu uçtu mu, her sabah yapardı bunu, her sabah ilk işi aynaya bakar bir şeyler beklerdi yüzünden, bedeninden…ne beklediğini bilmezdi ama bilirdi beklediğini… Bir kez annesi sormuştu "ne arıyorsun yüzünde" diye, -beni- demişti, kelebek sessizliğinde… Annesi duymamıştı cevabını, kelebek sesine aşina olmadığından, kaygılanmıştı sonra … Çok kez kaygılanmıştı...

işte o sabah aynada gördüğü şeyi aradı arkasını dönüp heyecanla, tekrar tekrar baktı etrafa, köşelere, eskimiş komedinin kenarlarına, yere düşmüş çarşafın kıvrımlarına, başka bir nefes dinledi, bir kalp atışı başkasına ait, oda da ondan başka kimse yoktu.. güneş perdenin arasından üzerine düştükçe, oda renklere boyandı...şaşkındı...aynaya tekrar baktı tekrar baktı, yaklaştı aynaya dokundu, kendine dokundu, kanatlarına, çok ince bir şeye dokunmanın verdiği ürpertiyi duydu, çok ince, çok narin, çok güzel bir şeye dokunmanın heyecanı...

Beklediği gün, beklediği “ben” gelmiş olmalıydı, yumurtasının üzerinden kalkıp denize doğru yavaşça yürüyen deniz kaplumbağasının üzeri kumlu bilgeliği gibi, gelmesi gerektiği gibi…sessizce…yalnızca…öylece…


Rutin bir takvim günü daha yaşanıyordu zemin kat evde, odalar arasında uçan kelebeğin kimse farkında değildi, bu olması gerekendi…Ya kimse farkında değildi ya da öyle olmayı tercih ediyorlardı, farkında olsalar bir pencereyi açıp onun dışarı doğru masum akışını izleyeceklerdi… Kim isterdi bir kelebeği hapsetmeyi? Kim isterdi bir kelebekten vazgeçmeyi?

Dilsiz eşyaların tozlarını aldılar önce yavaştan, sonra küçük bir su kabına altın tozu döktüler su niyetine, sahi su içer mi kelebekler? Sonra etrafa yasemin esansı dağıttılar, oda gizli bir arka bahçe gibi kokmaya başladı, heyecana kapıldılar, bir sele….

Yaşamın içinden geçip bir sinema salonunda ilk sıraya oturdular…Perde açıldıkça fırtına girdi içeri, kapandıkça kaçtı…Aynı hissettikler ayrı duygulardan çıkarak, aynı ile ayrının girdabında dönüp durdular lunapark oyuncakları gibi, sessizce yataklarına uzandılar derelerin, yol kenarı çiçeklerinden iz sürdüler güneye doğru…Kelebekler vadisine doğru…Vadi uzak kelebekler yakındı…Uçtular birlikte, sadece biri kanatlarıyla diğerleri rüyalarıyla…

Vadinin tam ortasına düşmüş güneş topundan sordular önce bilgiyi, sonra tepeye doğru akan ıssız patikadan yola düştüler, sağ taraflarına güzeli sol taraflarını iyiyi kattılar…kol kola girmiş sincaplardan tarif aldılar, kuyruksuz kedilerin dertlerini duydular, bütün yolla sus pus oldular…

Varacaklara yer başladıkları yerdi, her şey ilk gün tazeliğinde kokuyor her şey yeniden vücut bulmaya hazırlanıyordu; bu bir doğum belki de bir ölüm doğaçlamasıydı…Kelebekler vadisinde, kelebeklerin dünyasında tüm sahne dekoru hazırlanmış, rituel için geri sayım başlamıştı…

Kanatlarını açtı uzun uzun, ve son bir kez denize baktı, deniz de ona, selamlaştılar bir tren garında vedalaşan çiftin hüznüyle…Kanatlarından pul pul özlem düştü, her pul düşerken su damlası, su damlası bir renk oldu, en sevdiği renk oldu, kırmızı oldu…kan oldu…

İçinden replikler geçti koşarcasına, aşklar geçti telaşlı, hepsi bir yerlere yetişme telaşıyla uçuştular bir kanattan diğerine…kanatları ağırlaştı ağırlaştıkça vadinin sesi kulaklarına dolandı, bir kaç çığlık duydu, vedalaşmanın sancılarını hissetti karnının tam ortasında…bir başka kanada değdi kanadı, kanatlaştılar birlikte, uçmak için değil uymak için vadinin düzenine…sessizleşti vadi…her şey sustu…zaman ışığını yaktı, yol önünde bir bıçak yarası kadar hızla açıldı, kelebek kanatlarını bırakıp dışardan, yola tutundu, yol sarıldı beline…

Biten bir hayatın hikayesi bu bitmek bilmeyen, sonsuz hayatlar pazarında yaşlı bir satıcının sesinden başlayıp bir ressamın tuvalinde ilerleyen bir orman çıplaklığında durup dinlenen sonra bir çingenenin teneke kutudaki güllerine saplanan bir hikeye…
Bir kelebek kız hikayesi....Bir kız kelebek hikayesi.....
daha
bitti
emel garip